BültenGenel Başkanımızdan HaberlerVideolar

Demokratik Sol Parti Genel Başkanımız Sayın Önder AKSAKAL TBMM’de Basın Toplantısı Gerçekleştirdi

Demokratik Sol Parti Genel Başkanımız ve İstanbul Milletvekilimiz Sayın Önder Aksakal, Türkiye Büyük Millet Meclisi Basın Toplantı Salonu’nda gündemle ilgili basın toplantısı gerçekleştirdi.

Açıklamasında, 

Değerli basın mensupları, Sizleri saygıyla selamlıyorum.

Bugün 10 Ocak Dünya Çalışan Gazeteciler Günü, hepinizin bu gününü yürekten kutluyorum.

Gazetecilik hakikaten zor bir meslek.  Yurtta ve dünyada yaşananları, toplumsal olayları bizlere ulaştırmak için çaba gösteren, doğal afetlerde, savaşta, tabii ki siyaset arenasının her noktasında canını ortaya koyarak ter döken emek veren sizlerin hakkını ödeyemeyiz.

Tabii bunca meşakkatli süreçte en zor olanı da kalemini satmadan gazetecilik yapabilmek.

Bu duygu ve düşüncelerle, tüm basın çalışanlarımıza sağlık, mutluluk ve başarılarla dolu bir meslek hayatı diliyorum.

Ayrıca yine 1978’den buyana 10 Ocak, İdareciler Günü olarak kutlanıyor.

Şeyh Edebâli’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” esasını düstur edinen ve büyük bir fedakârlıkla kendilerini milletimizin hizmetine vakfeden idarecilerimiz, devletimizin şefkat eli olmak suretiyle yüce milletimizin ihtiyaç duyduğu her alanda ve her vakitte hazır bulunarak kutlu bir görev ifa ediyorlar.

En üst idarî makam olarak kabul edilen Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığımız başta olmak üzere görevi başındaki tüm kamu yöneticilerimizin bu gününü de en içten dileklerimle kutluyorum, halka hizmet hakka hizmettir anlayışı temelide sürdürdükleri çalışmalarında üstün başarılar temenni ediyorum.

Değerli arkadaşlar,

Yeni bir yılın ilk günlerindeyiz, en önemli gündem maddelerinin başında çalışanların maaş ve ücretlerinde beklenen artışların ne oranda olacağı konuşulmaktayken her zaman olduğu gibi seçimlerin gündemi hepsinin önüne geçmiş görünüyor.

Elbette yerel seçimler önemli görülmeli ancak ekonomide ve dünyada yaşanan olayların boyutları değerlendirildiğinde küresel gelişmelerin bölgemiz ve ülkemizi ne denli tehdit ettiği hususu gözlerden uzak tutulmamalıdır.

14 ve 28 Mayıs tarihinde gerçekleşen seçimlerde hem parlamentoda 5 yıl görev yapacak Milletvekillerimizi hem de hem de Cumhurbaşkanımızı seçtik.

Öyle bir seçim dönemi yaşadık ki, bir tarafta dünyanın en etkin emperyalist güçleriyle içimizdeki işbirlikçilerine karşı, diğer tarafta yüz yıllık Cumhuriyetin ikinci yüzyılını büyük Atatürk’ün gösterdiği doğrultuda Tam Bağımsız Türkiye idealine inanmış vatan-millet sevdalılarının inançlı ve kararlı mücadelesi damgasını vurdu.

Her zaman olduğu gibi küresel güçler kaybetti. Ama bir atasözümüz vardır, “yenilen pehlivan güreşe doymaz” diye..

Şimdi de 31 Mart’ta yapılacak olan Mahalli İdareler Genel Seçimlerini rövanşist bir anlayışla gerçekleştirme çabasında olan ve yenilmekten zevk alan bir sözde muhalefet yapısıyla karşı karşıyayız.

Demokrasi söylemlerinin üstünde tepinirken, siyasi partilerin seçimlerde özgürce aday çıkarmalarına ve demokratik yarışlara tahammülü olmayanları ibretle izlemeye devam ediyoruz.

TKP’li Tunceli Belediye Başkanı’nın İstanbul/Kadıköy’den aday gösterilmek istenmesi girişimi karşısında uğradığı siyasi linç bunun en çarpıcı örneklerinden biridir.

Ellerinde bulundurdukları Belediyeleri “kendi çöplüğü” olarak gören bu statükocu zihniyet, sadece başka partilerin buralarda aday çıkarmasına değil kendi içlerindeki “çöplük kavgası” ile meşgul olmaktan etraflarını göremez hale gelmişlerdir.

Dünya’da olup bitenlerle hiç ilgisi kalmamış, kendilerini tamamen yerel seçimlere ve iç hesaplaşmaların girdabına kaptırmış bu yapıların artık ülke insanına ve kadim Türk devletine yönelik bir fayda sağlayamayacakları apaçık ortadadır.

Bakınız; ülkemiz ve bölgemizde İsrail eliyle yürütülen, dünyada neredeyse eşi benzeri görülmemiş bir katliamın ve soykırımın yaşandığı Gazze topraklarındaki vahşete etkili ve anlamlı bir tepki ortaya koyamayanlar, bu saldırıların ve stratejinin senaristi Amerika’ya tek bir kelâm laf söyleyemeyenler bütün mesailerini terör örgütü elemanlarına selam göndermekle geçiriyorlar.

Bireysel rant merkezi olarak kurguladıkları yerel seçim adaylıkları konusunda iç dünyalarında yaşadıkları kavgaları perdelemek, seçmen tabanlarının dikkatini dağıtmak için, Anayasal düzeni hedeflerine oturtmuş teröristlere destek amaçlı mitingler organize etme peşinde koşuyorlar.

Elbette bunlar öncelikli ilgi alanımızda olmamakla beraber, yaşanan gerçeklerin de bir tespitini yapmak zaruretini bize dayatmaktadır.

Değerli basın mensupları,

Bölgemiz çok ciddi bir emperyalist saldırı altındadır. Bugün olaylar her ne kadar İsrail – Hamas çatışması gibi gösterilmeye çalışılsa da yaşananlar esasen sözde Kürdistan kurma heveslerinin bir tezahürü ve bu projenin aşamaları olarak değerlendirilmelidir.

İsrail’in Gazze’de yaşadığı hezimetin telafisini savaşı bölgeye yaymak suretiyle yapmaya çalışması, bir barut fıçısı haline gelmiş olan Ortadoğu’yu her an için patlama noktasına taşıyacak potansiyele sahiptir.

Türkiye olarak bugüne kadar yürüttüğümüz dış politika gerçek anlamda bölge merkezli bir anlayış temelinde sürdürülmekte ve yerleşik devlet politikamız olan “yurtta barış, dünyada barış” stratejimizin tam olarak hayata geçirildiği bir düzeydedir.

Şunu çok iyi biliyoruz ki saldırgan emperyalizmin gözü dönmüş aktörleri, Türkiye’deki siyasi yapının milli birlik temelinde bir güç olabilmesi ihtimalinden hiç de hoşnut değildir.

Dilerim ki, başta kendilerini Atatürk’ün kurduğu partinin mensupları olarak tanımlayan ana muhalefet partisi CHP başta olmak üzere tüm siyasi yapılar devletimizin kararlı dış politikasının yanında yer alacak söylemlerle yeni bir süreci başlatırlar ve olası tehditler daha kolay bir şekilde bertaraf edilebilir.

Bu mümkün mü diye soracak olursanız, en azından “ummak istediğimi” belirtebilirim.

Bakınız; önümüzde çok önemli bir sorun tüm ağırlığıyla yerini koruyor. Bu sorun karşısında Türkiye olarak “itibarı yerlerde sürünen” Birleşmiş Milletler teşkilatına karşı kararlı bir iradeyle dik durmak mecburiyetindeyiz.

Nedir bu sorun?

Hepinizin yakından bildiği gibi tam 60 yıldır Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler Barış Gücü görev yapıyor.

Rum saldırıları ve buna direnen Kıbrıs Türklerinin mücadelesi sonrasında gerek garantör devlet olarak Türkiye’nin ve gerekse Kıbrıs Türk tarafının onayıyla 1964 yılından bu yana Ada’da Birleşmiş Milletler Barış Gücü görev yapmakta ve görev süresi aynı irade tahtında her 6 ayda bir uzatılmaktaydı.

Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu geleneğin dışında son yıllarda Barış Gücünün görev süresini sadece Rum kesiminin onayını alarak birer yıl uzatmaya başladı. Yani ne Türkiye’nin ne de KKTC’nin görüşleri alınmadan bu kararlarını hayata geçirmeye başladı.

İki yıl önce Türk tarafı olarak Birleşmiş Milletler Teşkilatına bir muhtıra verilmiş ve aksi halde Birleşmiş Milletler Barış Gücünün topraklarından çıkarılacağı ihtar edilmişse de bu uyarı ciddiye alınmamış, yine bildiklerini okumaya devam etmişlerdir.

Kıbrıs politikasında geçmişte yapılan hataların bir sonucu olan bu durum daha fazla zaman geçirmeden düzeltilmek zorundadır.

Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında adanın tümünü temsil ettiğini iddia eden Rum tarafının ve bunun destekçisi Avrupa Birliğinin ve Birleşmiş Milletlerin daha kararlı bir şekilde uyarılması zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün görev süresi önümüzdeki 30 Ocak’ta doluyor ve bu süre 1 yıl daha uzatılacak.

Bugüne kadar geçen sürede ne yazık ki Türk tarafı Birleşmiş Milletler ile sürtüşmeyi göze alamadığı için kendi muhtırasının arkasında durmadı ve Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün KKTC’ye girişini yasaklayamadı. Bu durum karşısında elbette Türkiye’nin de ağırlığı olmalıydı.

Bu basiretsizliği fırsat bilen ve Türk tarafının sadece blöf yaptığını düşünen Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün saygısızlığı daha da arttı, hatırlayacaksınız Pile yolunun yapılmasını engellemek için Ağustos ayında fiziki güç kullanmaya kalktı.

Bölge halkı ve Türk güvenlik kuvvetleri BM Barış Gücü’nün kurduğu barikatı yıkınca, bugün Gazze’de İsrail’in soykırımına sessiz kalan, müdahale kararı bile çıkaramayan BM Güvenlik Konseyi derhal toplanarak oy birliğiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kınadı.

Bugün Pile yolu inşaatı BM Barış Gücü tarafından yine durduruldu, yüz yıllardır Pile Türkleri tarafından kullanılan toprakların Rum yönetimine devrini ve parsellenerek Rumlara dağıtılmasını dayattı.

Türk tarafı yine BM Barış Gücü ile çatışmayı göze almadığı için yol inşaatını askıya aldı.

Bu durum kabul edilemez!

Gazze’de on binlerce masum insanın katledilmesine, on binlerce evin ve tüm alt yapının yıkılmasına seyirci kalan, bu soykırıma karşı ateşkes çağrısı bile yapamayan, itibarı yerlerde sürünen BM karşısında sergilenen bu korkaklığın ve ezikliğin izahını kimse yapamaz.

Demokratik Sol Parti olarak, kendilerini Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak dayatan Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin ve BM’in hadsizliklerine karşı onurlu bir dik duruş gösterilmelidir diyoruz!

BM Barış Gücü’nün görev süresinin dolacağı 30 Ocak 2024 tarihine kadar garantör devlet olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin onayı alınmadan bir süre uzatımına gidilmesi halinde BM Barış Gücü askerleri KKTC topraklarından çıkarılmalıdır.

Garantörlük sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk Silahlı Kuvvetleri gereken önlemleri alma gücüne, yetkisine ve iradesine fazlasıyla sahiptir.

Bunun yanında yarım kalan Pile yolu, ara bölge içinden geçirilerek tamamlanmalıdır.

Kıbrıs’ta kalıcı barışı 1974’de Başbakan olan onursal Genel Başkanımız Bülent Ecevit’in başında olduğu hükümet getirmiştir ve bu barış sayesinde hem Rumlar hem de Yunanistan demokrasiye kavuşmuştur.

Bugün için, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün Kıbrıs Adasında kalmasının bir anlamı da kalmamıştır. Hele hele kendince muhatap almadığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin topraklarında ise hiçbir işi yoktur.

BM’nin ve Rum tarafının bu tek taraflı kararı karşısında Kıbrıs Adası üzerindeki garantörlük hukukumuz konusu yeniden gündeme getirilmeli, bir oldu-bitti ile yaratılan sözde Kıbrıs Cumhuriyeti yapılanmasının lağvedilmesi sağlanmalıdır.

Amerika’nın aparatı haline dönüşmüş olan BM’nin dayatmalarına, 41 yaşına girmiş bağımsız Kıbrıs Türk Cumhuriyetine yönelik saygısızlıklara artık boyun eğilmemelidir.

Değerli basın mensupları,

2024 yılı için 17.002 lira olarak açıklanan Asgari Ücret, bizim önerimiz olan 20 bin liranın oldukça gerisinde gerçekleşmiş, işçi temsilcisi olarak masada buluna TÜRK-İŞ’in muhalefetine karşın işverene de 23.503 lira bir maliyet getirmiştir.

Bu durumda işverene öngörülen 700 liralık destek de esasen yeterli değildir. Daha önceki açıklamalarımızda belirttiğimiz üzere bu maliyet küçük ve orta ölçekli işletmelerde, özellikle kendi işçimizin işini kaybetmesine sebep olacaktır.

Bütün bunların yanında bir de emeklilerimizin durumu vardır ki, acilen bir çözüme kavuşturulmak zorundadır. Emeklileri, “ömrünü tamamlamak üzere” olan insanlar olarak görmek öncelikle evrensel insan haklarına aykırıdır.

Emekli demek, yaşlanmak demek değildir. Emekli demek öngörülen çalışma süresi boyunca sosyal sigorta primini peşinen yatırmış, bu birikimin nemasını ve semeresini hak etmiş insan demektir.

Bu insanlarımızı 7.500 liralık bir cenderede yaşamaya mahkûm bırakamayız. Kaldı ki son günlerde dillendirilen şekliyle memura verilen zam oranında bir maaş artışı öngörmek var olan sıkıntının giderilmesinden uzak bir değerlendirmedir.

Emekli aylığına yapılması konuşulan yüzde 49,25 oranındaki zam gerçekleştiğinde dahi asgari ücretin yakınına bile yaklaşmayan bir sonuçla karşı karşıya kaldığımız gerçeğini gözden uzak tutmamalıyız.

Ekonomik sıkıntısı bulunmayan, varlıklı azınlıklar farklı marketlerden, farklı AVM’lerden alışveriş yapıyor olabilirler ama çalışanların, emeklilerin, dar gelirli yurttaşların neredeyse tamamı aynı market ve mağazalardan, aynı pazarlardan alışveriş yapıyorlar.

Hatta bir kesimi var ki pazardan alışveriş yapabilmek şöyle dursun, pazarcıların artıklarının içinden yiyecek seçecek durumda yaşıyorlar. Buna kayıtsız kalınmamalıdır.

Bu kesimlerin asgari yaşam koşullarını karşılayacak maaş ve ücretleri de aynı düzeyde oluşturulmak zorundadır.

Asgari ücret için yapılan yıllık yüzde 100 artışın emekli maaşlarında da uygulanması artık hayatın dayattığı bir zorunluluktur. Emeklilerimizin rahat yaşamaları gereken yıllarında ekonomik sıkıntılarla mücadele eder noktada olması vicdanları rahatsız edecektir.

Dolayısıyla emekli maaşları yeniden bir değerlendirmeye alınmalı, mevcut maaşa ilave en az 5.000 lira seyyanen zam verildikten sonra güncel enflasyon oranı düzeyinde bir artış gerçekleştirilmelidir.

Bu planlamanın Hazineye bir yük getireceği iddiası gerçekçi değildir, zira yapılacak bu zamların sonrasında hem piyasanın hareketliliğini hem de devletin elde edeceği vergi gelirlerini artıracağı gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle bir kez daha Çalışan Gazeteciler gününüzü kutlarken, hepinize teşekkürlerimi ve en içten saygılarımı sunuyorum. Sağ olun, var olun.

Başa dön tuşu