Genel Başkanımız Önder Aksakal, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında sözlerine Eğitim yılının ikinci yarısının başlaması dolayısıyla öğrencilere ve öğretmenlere başarı dileklerini iletti ve Ege Denizi'nde meydana gelen sismik hareketliliğe dikkat çekerek, olası bir büyük depremin Türkiye’nin Ege ve Akdeniz şeridinde yer alan fay hatlarını tetikleyebileceğini söyledi. Kentsel dönüşümün artık daha somut ve gerçekçi bir yaklaşımla ele alınması gerektiğini ifade ederek, özellikle Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde riskli binaların yerine güvenli yerleşim alanları oluşturulmasını önerdi. 6 Şubat depreminin ikinci yılına girildiğini hatırlatarak, hayatını kaybeden vatandaşlara rahmet dileyen Aksakal, devletin yürüttüğü konut inşa sürecine değindi. Bugüne kadar Murat Kurum’un 201 bin konutun hak sahiplerine teslim edildiğini, yılsonuna kadar bu rakamın 452 bine ulaşmasının hedeflendiğini söylediğini. TSK Yüksek Disiplin Kurulu’nun beş teğmen hakkında verdiği ihraç kararını değinirken, bu kararların kamuoyunda tartışmalara neden olduğunu ifade etti. Aksakal, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türkiye'nin büyük tehditlerle karşı karşıya olduğunu ve özellikle İsrail'in bölgedeki yayılmacı politikalarına dikkat çekti. Türkiye’nin Suriye ile yürüttüğü temasları değerlendirirken, terörle mücadelede kararlılık vurgusu yaptı.
Genel Başkanımız Önder Aksakal, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında; "03 Şubat 2025 – Pazartesi günü itibariyle yaklaşık 20 milyon öğrenci ve 1 milyon Öğretmenimiz için ikinci yarı yıl dönemi başladı. Buradan tüm öğrencilerimize ve eğitim emekçilerimize üstün başarılar ve çalışmalarında kolaylıklar diliyorum.
Yaklaşık 10 gündür Ege Denizinde, Yunanistan’ın Santorini Adası bölgesinde yoğun bir sismik hareketlenme ile sayıları yaklaşık 700’ü bulan en büyüğü 5,3 olan değişik büyüklüklerde depremler meydan geldi ve gelmeye devam ediyor.
Oluş şekilleri ve nitelikleri itibariyle bir öncü depremler süreci yaşadığımızı düşünüyorum.
Olası bir büyük kırılmanın, Türkiye’nin de özellikle Ege ve Akdeniz şeridinde yer alan yakın fay hatlarını tetikleyecek karakterde olması elbette bizlerin de endişelerimizi artırmaktadır.
Her yeri geldiğinde dilimize pelesenk ettiğimiz kentsel dönüşüm söylemlerinin artık daha nitelikli ve gerçekçi bir şekilde ete kemiğe büründürmesi zamanının geçmekte olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim.
Yarından sonra, yani 06 Şubat’ta yüzyılın felaketi olarak tanımladığımız ve 11 ilimizi yıkan büyük deprem felaketinin 2.nci yılını geride bırakacağız.
Bu depremde yaşamlarının yitiren yaklaşık 54 bin insanımıza bir kez daha Allah’tan rahmet, yaralı kalan ve tedavileri süren kardeşlerimize de acil şifalar diliyorum.
Devletimizin büyük gayret ve özverileri kapsamında evlerini, damlarını, işyerlerini kaybeden yurttaşlarımız için yapılan konutların inşası süreci hız kesmeden devam etmekte olup Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanımız Sayın Murat Kurum’un da açıkladığı gibi bugüne kadar 201 bin konut hak sahiplerine teslim edildi.
2025 yılı sonunda bu rakamın 452.983’e ulaşacağı da Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından ilân edildi. Bu çok önemli bir çalışmadır, çok önemli bir başarıdır.
Depremde toplam olarak 717.614 binanın hasar gördüğü değerlendirildiğinde, kamu maliyesi üzerinde oluşan yükün de yaşanan depremin ağırlığına eşdeğer boyutta olduğu görülecektir.
Bütün bu badireleri atlatmaya çalışırken, Allah göstermesin bir de Ege – Akdeniz bölgelerinde benzer felaketle karşı karşıya kalmamızı düşünmek bile büyük travmalar oluşturacak bir hadisedir.
Dolayısıyla, deprem riski olan tüm yerleşimlerde kentsel dönüşüm çalışmaları zaman geçirmeden hızlandırılmalı ve bu çalışmalar eski binaların yıkılıp yerine yenilerinin yapılması şeklinde değil, yeni güvenli yerleşim alanları belirlenerek buralara güvenli binalar yapılmak suretiyle planlanmalıdır.
Depremin ne zaman geleceğini bilmemekle beraber, geldiğinde yaratacağı yıkımı tahmin ve hesap edebiliyoruz. O halde hızlı hareket etmeliyiz.
Buradan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanımız Sayın Murat Kurum’a çağrı yapıyorum;
Büyüklüğü yüksek bir deprem yaşanması durumunda etkilenecek, birinci dereceden riskli binalarda oturan yurttaşlarımızdan başlamak üzere, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerindeki tehdit altındaki yerleşim yerlerine alternatif imar alanlarını tespit ederek buralara yeni konutların yapımına başlanmalıdır.
Depremde ya da bir doğal afette ortaya çıkan her türlü zarar ve yıkılan konutları nasıl olsa devlet yapıyor; o zaman yıkılmadan yapalım, canları kurtaralım!
Değerli arkadaşlar,
“Deprem” demişken son günlerde karşılaştığımız bir takım yargı kararlarındaki depremlerden de söz etmek isterim.
Muğla'da yaşayan üniversite öğrencisi Pınar Gültekin'in vahşice öldürülmesine dair açılan davada katiline “tasarlayarak ve canavarca hisle kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veren ilk derece mahkemesinin kararı Yargıtay 1. Dairesince bozulmuş ve oy çokluğuyla alınan kararda katilin Pınar Gültekin'i “canavarca hisle ve tasarlayarak öldürmediği” kendisine aynı zamanda bir de “haksız tahrik indirimi” uygulanması istenmiş.
Hakikaten toplumun adalete olan güven duygularında deprem etkisi yaratan bu kararı Allah’ın adaletine havale ediyorum.
Katlettiği insanı bir bidon içinde yaktıktan sonra üzerine beton dökebilecek kadar insanlıktan çıkmış biri için “canavar” demek, bana göre gerçek canavarlara haksızlık olur.
Hakikaten merak ediyorum, canavarca bir hisle işlenmiş olan bir cinayette başka hangi yöntemler uygulanabilir ki ilk derece mahkemesinin böyle bir kararı Yargıtayca onansın. Kısacası “Pes” diyorum!
İkinci bir hadise de, 30 Ağustos törenlerinde aralarında Harp Okulundan birincilikle mezun olan da bulunan 5 Teğmen hakkında TSK Yüksek Disiplin Kurulu tarafından “oy çokluğu ile” verilen Silahlı Kuvvetlerden ayırma kararı.
Öncelikle şu kadarını ifade etmem gerekirse Disiplin Kurulları birer Mahkeme değildir ve burada kararlar oy çokluğuyla değil, oy birliğiyle alınmalıdır.
Zira adı üzerinde “Disiplin Kurulu”.
Yani parçası olduğu kurumun işleyişinde gerekli ve zorunlu olan kuralların uygulanıp uygulanmadığını tespit edip, ilgililerin hakkında iç yönetim kuralları çerçevesinde bir yaptırım kararını hayata geçirmek gibi görevi olan bir yapı.
Bu 5 subay mevcut kurallar hilafında bir eylem ya da etkinliğe kalkışmışlarsa ve bu maddi delillerle de sabitse, alınan karar neden 4’e karşı 5 oyla vücut bulur? Bunu birinin çıkıp izah etmesi gerekir.
Silahlı Kuvvetler gibi katı ve tavizsiz bir hiyerarşik sistemin tartışmasız ve tereddütsüz var olduğu bir yapıda, vukuatı gerçekleşenler için, disiplini tesis edecek kurulun yarısı başka, diğer yarısı başka bir karar alabilir mi?
Ben o zaman şunu iddia ederim ki; TSK Yüksek Disiplin Kurulu daha kendi içinde bile disiplini sağlayamamış bir kuruldur! Kısacası TSK gibi değil STK gibi bir tutum göstermişlerdir.
Türk Silahlı Kuvvetlerini toplumda tartışılır hale getirmekle 5 Teğmeni cezalandıracaklarına, önce kendi disiplinsizlikleri sebebiyle kendilerine bunu uygulamalıdırlar.
Kararın içeriğini ve gerekçesini tartışmak üzerimize vazife değilse de açıkça ifade ediyorum, karar vericilerin kararsızlıkları toplumun adalet ve bu kurula olan güven duygularını yaralamıştır.
Değerli basın mensupları,
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girdiğimiz bu dönemde bir takım tarihi süreçleri de eş zamanlı yaşıyoruz.
2001 yılı itibariyle icraatına başlanılan, Afrika ve Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi içeren Büyük İsrail Projesi için küresel emperyalist sistem her türlü insanlık dışı uygulamayı hayata geçiriyor.
Türkiye olarak büyük bir tehdit altında olduğumuz gerçeğini görmezden gelemeyiz.
Daha dün İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Donald Trump ile yakın bir şekilde çalışarak Orta Doğu haritasını yeniden çizeceklerine inandığını canlı canlı itiraf etti.
Karşı karşıya olduğumuz bu büyük tehdit için en zayıf noktamız ne yazık ki siyaset kurumumuzdur.
Anayasamızın 3.ncü maddesinde vücut bulan ve Türkiye Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu ortaya koyan sarsılmaz iradenin zafiyete düşürülmesi konusunda, başta bölücü terör örgütü PKK’nın siyasi ayağı HDP olmak üzere, bunlarla şahsî menfaatlerini ve siyasî emellerini birleştirebilen bir ana muhalefet yapısıyla da mücadele etmek durumundayız.
Amerika’nın öncülüğünde ve İsrail’in taşeronluğunda sürdürülen bu yayılmacı planlar hız kesmeden devam etmektedir.
Gazze’yi yerle bir eden, taş üstünde taş bırakmayan İsrail, şimdi de sözde bir ateşkes anlaşmasıyla katliamlarına bir nefes arası vermiş, güç toplamaya çalışmaktadır.
20 Ocak’ta yemin ederek görevine başlayan 47.nci ABD Başkanı Donald Trump daha koltuğuna oturmadan İsrail’e bir tonluk füzelerin kullanımına ilişkin tezkereyi imzaladı.
Yine dün Trump imalı bir şekilde İsrail'in topraklarının çok küçük olduğunu söyledi. “Kesinlikle küçük, toprak açısından küçük bir ülke.” diyerek Netenyahu’nun işgal planlarına Amerika’nın verdiği desteği de bir anlamda açıklamış oldu.
Bütün bu açıklamaların sonrasında Trump, Gazzelilerin başka ülkelerde hayatlarına devam etmesi gerektiğine işaret ederek Ortadoğu’daki niyetlerinin genel çerçevesini de çizmiş oldu.
Bu konulardaki görüşlerimizi geçmiş basın toplantılarımızda ve konuşma fırsatı bulduğumuz televizyon kanallarında bugünü aynen tarif ederek ortaya koyduğumuzu hatırlatmak isterim.
Dolayısıyla, 13 yıl süren Suriye iç savaşının 13 günde bitirilmesi ve sonrasında bir tek kurşun atılmadan yeni bir yönetimin işbaşına getirilmesi, yakın gelecekte tarih kitaplarında detaylarıyla yer alacak önemli bir süreç olarak görülmelidir.
Bütün bu gelişmeler çerçevesinden baktığımızda şimdi de ABD Başkanı’nın ilk resmi kabulü İsrail Başbakanı ile başlatması, ardından da Gazze’de imzalanan ateşkes konusunda “Onun süreceğine ilişkin bir güvencem yok, bu anlaşmanın devam edeceğine ilişkin bir garantimiz yok.” şeklindeki yaklaşımı kaygılarımızı daha da artırmakta, ülkemizde iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasi yapının yek vücut olarak görünmesi zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Tabii bu ne derece gerçekleşme imkanına sahiptir, tartışılır.
Suriye Geçici Cumhurbaşkanı Ahmet Şara’nın Türkiye’ye davet edilerek Cumhurbaşkanımızla bir görüşme gerçekleştirmesi önümüzdeki sürecin niteliği açısından önemlidir.
PKK’nın siyasi ayağı olan HDP Eş Genel Başkanı tarafından dün Meclis Grup toplantısında açıklanan ve çıkışta gazetecilere de terörist başının İmralı’dan kısa bir zaman içerisinde önemli çağrılarının olacağını söylemesi sürecin yeni bir evreye girdiğine işaret etmektedir.
Türkiye Devleti “yeniden terörsüz Türkiye” hedefinde kararlıdır.
İçeriğinde “ama, fakat, şayet” gibi kelimelerin geçeceği bir açıklamanın kabul görmeyeceği aşikârdır. Beklentimiz silahların tamamen bırakılması ve terör örgütünün tüm bileşenleriyle birlikte tasfiye edildiğinin açıklanmasıdır.
Sayın Cumhurbaşkanımız dünkü ziyaret sonrasında yapılan ortak basın toplantısında, “Suriye’de güvenliğin ve ekonomik istikrarın tesisine yönelik atılabilecek müşterek adımları değerlendirdik. Hemen her konuda tam bir fikir birliğinde olduğumuzu gördük. Bilhassa Suriye'nin Kuzey Doğusunu işgal altında tutan bölücü terör örgütü ve yandaşlarına karşı atılacak adımları değerlendirdik. DAEŞ olsun PKK olsun terörün her türlüsüyle mücadelede, Suriye'ye gereken desteği vereceğimizi söyledik.” diyerek bu kararlılığımızı teyit etmişlerdir.
Ancak Basın toplantısında Suriye Geçici Cumhurbaşkanı Ahmet Şara’nın PKK ve YPG / PYD terör örgütlerininin durumu konusunda bir görüş ortaya koymamasının dikkatlerden kaçmadığını, Sayın Cumhurbaşkanımızın her konuşmasında ve açıklamalarında bölücü terör örgütlerinden söz ettiğinde özellikle PYD / YPG / KCK gibi örgütleri de PKK ile birlikte zikrederken, dünkü basın toplantısında sadece DAEŞ ve PKK’yı işaret etmiş olmasını, basın toplantısı metini yazarının sehven yaptığı bir hatadan kaynaklandığını düşünüyoruz."